Öyküler

Çember

0

Geride Kalanlar
(Depremin Ardından…)

“Bakışları, hüzünlü oldukları zaman, kanımı dondurur. Bir gün anlayacaksınız: çocuklarının mutluluğu kendi mutluluğundan çok daha fazla mutlu eder insanı. Nedenini açıklayamam size: her yana rahatlık salan iç devinimlerdir bunlar.”
(Vadideki Zambak/Goriot Baba/Balzac)

Embriyonun çeperini saran zar gibiydi çaresizlik. Tahmin edilenin aksine, sağlam ve aşılmaz olabiliyordu bize şeffaf görünenler.

Adam güçlüydü, şehri yıkılmadan önce. Kadın dirayetliydi, kalbini istila eden adamın güçsüzlüğüne tanıklık etmeden önce. Çocuklar nefes alıyordu, gürültü ve parçalanmışlıkla gelen soluksuzluğa gömülmeden önce.

Çocukken mutluydu adam. Mutluyken çocuk. Bisikleti yoktu. Çemberi vardı yön verdiği. Şehrin sokakları kadar dar değildi hayalleri. Yıkıntıların arasından olmayan bisikletiyle geçtiği günleri düşündü. Düşünmedi aslında. Bazen düşünmek çaba harcanan bir eylem olur. Bilhassa vakit ayırmak gerekir. Bu gün öyle olmamıştı. Uzun zamandır öyle olmuyordu. Reçel bulmuş karıncalar sürüsüne eşdeğer, akın akın beynine üşüşen düşüncelere maruz kalıyordu. Kırılacak odunların yerini Allah’a soran şairin baltası neredeydi? İşte şimdi de bunu düşünüyordu. Vaktiyle yemek yenilen, kış günlerinin uzun akşamlarında sobanın karşısında adaçayı içilen yuva yığınlarının üzerinden yürürken, neden bir kırlangıç olmadığını düşünüyordu.

Bahçesinde devrilmiş incir ağacı olan ev kimindi? Kimler yaşamıştı artık olmayan yuvada. Dallarında araba tekerleğinden salıncak kurulmuş, çocuk gülüşlerine ev sahibi olmuş muydu incir ağacı? Kalemi yoktu. Not alamayacağı için unutacağı muhtemel mısraları mırıldandı.

Elem vermez incir ağacı,
Dut sürgünü neşeden bi-haber,
Nar kabuğuna yığılmış hüzünlü kırmızı,
Pespaye varışlarda saklı yolun çamuru,
Kaptan dümene asılmış, dönüyor dönüyor,
Rehber kaybolmuş izlerde,
Yanardağ coşuyor parlak, sarı ışıklı ateşiyle,
Ölmedim korkma, ama yenildim anne…

Yürüyordu, yırtık uçlarından parmaklarının yere değdiği ayakkabılarıyla.

Şu eşik parçası, ayağına takılan. Kıymetli anlara açılan kapının girizgâhı. Bilmem kaç yıllık mermer tabla. Kimler geçip gitti üzerinden? Ne gelişlere şahitti kim bilir ve ne gidişlere. Gelinlikler içindeki sevdiği kadını kucağına almış kapıdan süzülen taze damadın yüzü duruyordu şurada. Aşk ve tutkuyla harmanlanmış gecelerin sabahında tebessümle uyanışları görüyordu, diğer odada, artakalan şifonyerin parçalarında. Tuvalet aynasında lepiska saçlarını tarayan evin hanımı. Sonrasında beyaz narin ellerini vazelinle ovuyor. Yatakta uzanmış onu seyrediyor kocası. Hem seyirlik hem ömürlük olurdu kayıp cennetini bulanların eşlenişi.

İşten yorgun dönen adamı görüyordu. Eşikten geçer geçmez, mutfak önlüğü üzerinde, elinde sos kaşığıyla tadım yapan karısını görüyordu. Yorgunluk da neydi, yuva huzuru sardığında hane duvarlarını. Tencereden çıkan buhara karışan, güzel sözler sarmalında buluşuyordu bakışlar.

Bebekleriyle eve dönen çift, umutlu, kundağa sarılmış pembe beyaz, gülleriyle. Bebek patikleri yıkıntılar arasında. Ayaklar, eller, yüzler. Okul çantaları sırtlarında, eşikten atlayan çocuklarını, yeryüzünün bütün şefkatini gamzelerinde biriktirerek izleyen anneleri görüyordu.

Yaşlı çiftler görüyordu, ahir ömürlerinde birbirine baston olmuş, bahçelerindeki sardunyaları seven. Gençler vardı köşe başlarında. Görüyordu. Sevdiğine bir an önce kavuşmak için saatiyle kavga eden delikanlıları.

Kim bilir kaç gün olmuştu yıkanmayalı. Su. Ekmek. Özlem. Toprağından sökülen çiçekler asla eskisi gibi yeşermezdi. Çemberin içindeydi. Kobay faresi nasıl dönüp duruyorsa, öylece başladığı noktaya geri dönüyordu.

“Ekmek var mı?”

Şehri viran olmadan önce fırın işleten yaşlı adam herkese bunu soruyordu. Yaşamakta olanlara soruyordu. Bazen de çiçeksiz mezarlara.

“Ekmek var mı?”

Fırından tazecik simitlerinden alıp okula gittiği günlerde buldu kendini. Bir an çocuk oldu, sonra genç bir adam, sonra kuş, sonra kedi. Kendisi olmamak için herkes, her şey olabilirdi. Aciz olan o olmamalıydı. Şehri özgür olsaydı. O her sabah, ütülü beyaz gömleğini giyseydi. Karısının boynuna taktığı kravatını son kez aynada kontrol etseydi. Teşekkür öpücüğü kondursaydı uzun boyunlu eşinin gerdanına işe giderken. Yakınlarını, evinden kalan parçaların altından çıkartmak zorunda olmasaydı. Evinden arta kalanlar arasında, günlerdir ağzına bir lokma somun koymamış karısı bekliyor olmasaydı. Aklı başında olsaydı karısının. Çocuklarının fotoğraflarına sarılıp, sabah akşam ağlıyor olmasaydı.

Molozların arasında bütün kudretiyle ayakta duran klozete doğru yürüdü. Az öteye fırlamış kapağını taktı, üzerine oturdu. Cebinde kalan son, yarım sigarayı nemli kibritlerle, birçok denemeden sonra yaktı. Bebek ağlaması duyuyordu şimdi. Beyninin oynadığı oyunlardan bıkmıştı. Onlarca parçaya ayrılmış banyo aynası kalıntılarından kendisine baktı. Uzayan sakalları esmer çehresine dağılmış, ensesine uzanan saçları karmaşık, gözleri pırıltısız. Alnında ölene kadar taşıyacağı keder izi ve beton dökülmüş ayakları kal diyordu. Burada yaşlan. Bastonuna dayanmış halde ruhunu teslim eden peygamber gibi kal.

Hatırladığı şiirlerinden birini mırıldanıyordu. Fersiz gözleri, susuzluk ve açlıktan yalayamadığı tüyleri kir içinde kalmış, zavallı kedinin gözlerinde. Çok zor değil yapabilirim.

Beynimi karpuz gibi yarabilirim, tam ortadan.
Tahta kaşıkla aktarabilirim çanağa,
Dağın eteğine fırfır dikebilirim, annem gibi,
Pabuç alabilirim zeytin ağaçlarına,
Tankları silebilirim, şehirden tümüyle,
Uzatamasam da bir kelebeğin ömrünü,
Dünden kalmış yemeği ısıtıp kuşlara verebilirim.
Kızarmış ekmeğe reçel sürüp besleyebilirim.
Ekmek almak için fırına koşan pireyi-
Deve yapabilirim-hiç üşenmeden,
Kaynatabilirim düşlerimi,
Kurabilirim zamanı kurgulamak yerine,
Chopin Spring Waltz’ı dinle, piyano çal, hayal kur, dur,
Tuşlara basma!
Ayakların çamur!

Duymak istememesine rağmen hala duyuyordu ağlayan bebeği. Yerinden doğruldu. Tahta ve beton parçalarını kenara attı. Ters dönmüş beşiğin altındaki minik el çıkmak için çırpınıyordu. Beşiği kaldırdı. Küçük kız çocuğunun beyaz dantelli elbisesindeki tozları silkeledi. Gözyaşları tozlu yanaklarında koyu renkli izler bırakmış bebeğe uzandı. Kollarına alır almaz sarı saçlı başını kalbine yaslayan küçük melek, meme arıyordu adamın göğsünde. Süt bulmalıydı.

Yürüyordu. Koşabilirdi hiç durmadan. Denizleri aşabilirdi yüzerek. Dağlara tırmanabilir, bütün kara bulutlar dağılıncaya kadar üfleyebilirdi.

Yağmur başlamıştı aniden. Gökyüzüne baktı. Ağzını açtı. Birkaç damlayı yutkundu. Unutulmuş dua kırıntılarını toparladı kendi ekseni etrafında dönerken. Durduğu an gördü elinde sütle gelen adamı? Göğe baktı. Alyansını adama verdi, sütü bebeğe ve kediye içirdi. Dönüp gitmeden evvel fısıldadı kediciğin kulağına.

“Eve gidiyoruz, istersen sen de gelebilirsin.”

Yıkıntıların üzerinden yürürken, umutluydu adam.

Dilek Erdem
Eğitmen / Yazar

Psikoterapi

Önceki makale

Astigmatın Belirtileri Nelerdir?

Sonraki makale

Yazarın Diğer Yazıları

Yorum

Yorum yapın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Daha Fazla Öyküler