“Bu diyardan gitme vakti geldi, evlat. Ananı da şu sedirin üstünde kaybetmiştik. Yüz bin defa dedim, içme bu kadar o ilaçlardan. Peçete dolusu alırdı o beyaz şeytanlardan. Hem neme lazım, incire de benzemez bu. Anında adamı öte tarafa gönderiverir, valla. Ödlek ördekler gibi bakma suratıma, su versene. Son anımda su içmeden mi gideyim? Galiba sana anlatamadım derdimi, sırık kafalı. Kaşlarını çatıverip durma, alırım valla ayağımın gıltına. Pehlivan Necati derlerdi bana. Bir bakışım yeterdi, anana sesini kesiverirdi vallahi. Ta öte köy duyardı bağırdığımı. Fatoş gız, getiriver çoraplarımı, kırarım bacaklarını. Uzun etme de sarıver dolmaları. Sonra kente göçüverdik, sen doğdun. Mavi gözlü, sarı saçlı bir efe doğuruverdi Fatoş. Kıyamazdık sevmeye seni, vallahi eşek sıpası. Koca adam olduydun, yine yakama yapışırdın, ‘Bisikletim nerede?’ diye. Kınalı kuzum, bisikletini alamadım, affet beni. Ancak boylu boyunca yatıyor anan orada…”
Pileli pantolonun cebinden düştü bu mektubun, baba. Kan kokuyordu birazcık. Galiba son zamanlarda ağır bir hastalığın pençesine düştün. Hayallerinde hep anamın yanı başında ölmek olduğunu çok sık bahsederdin bana. Kar tanelerinin hızlanmasına gözyaşlarım daha da artmaya başladı, baba. Küçük bir ayıcık istemiştim senden de iyi bir tokat yemiştim. Mezarını tekmelemek istiyorum ama kendimi tutmam gerek. Annemin ağladığı ve bir sürü ilaç içtiği o geceyi hatırlıyorum seni görünce. Ama ne fayda, artık yüzleşmeye imkân yok. Ben dipdiri, senin tabirinle bir domuz gibi karşında duruyorum işte. Sen ise yerde öylece baygın, çaresiz yığılıp kalmışsın. Ne gülünç duruyorsun karşımda. İncir ağacının yeniden doğuşunu beklemen gerek. Biliyorsun, incir ağacı yeniden doğuş mucizesidir. Sen neyi bilmezsin ki zaten. Her konuda uzman bir babam olduğu için gurur duyuyorum.
Nilüfer beni terk edeli birkaç gün oldu galiba. Uzun ve upuzun bir tren yolculuğundan selamlıyorum seni. Köşelerde hep anıların silik izleri. Vagon pencerelerini seyre dalıyorum. Güz mevsiminde hâlâ tarlalarda çalışanlar var. Sonra rengârenk bir gökyüzü. Sanki yaz mevsimi hiç bitmemiş gibi terden sırılsıklam oldum. Yuva yaptığını zanneden, sonra gelip yıkılan kuşlar gibi ağlamak istiyordum, ne çare. Bazen ateşim çıkardı, sirke sürerdin enseme, alnıma, koltuk altıma. Babamın ve annemin şefkatini sende bulurdum. Ilık ve sonsuz bir rüya görmek isterdim. Sen bana en güzel mahsullerden yemekler yapmışsın da enfes kokusu burnumu deliveriyor. Ancak koca koca binaların ardındaki yalnızlık asla peşimi bırakmıyor. Sessizlik en çok özlediğim şey. Sürekli bir gürültü, sürekli bir bağırtı kulağımı tırmalıyor. Hem ne olurdu da insanlar Allah’ı ve geçici olduklarını hatırlasaydı. Belki daha huzurlu bir hayatımız olurdu. İyice düşününce bunun mümkün olmayacağına kesinlik getirdim. İnsan ne de olsa nefis sahibi. Ne kadar nedamet getirsen ne çare, asla ilahi aşka erişemiyor.
Kim bilir, baba, senin yaşına gelince ben nasıl bir insan olurum? Bunu çok defa düşündüm, ancak düşünmekten başka cesaret edecek bir tarafı yok benim için. Her defasında seni suçladım. Ancak sen hep bana, “Evladın olunca ne kadar doğru şeyler söyledim, bana hak vereceksin,” derdin. Ne bileyim ki ben, Deli Dumrul bir herifim. Daha Nilüfer elimden kayıp gitmişken hele bir de aile mi kuracaktım? Hem gözlerim eskisi kadar keskin görmüyor. Annem gittiğinden beridir elimde bir tırpan, sanki tarladaki otları söküyorum. Yorgunluk hissediyor muyum? Evet, hem de dibine kadar evet. Lanet olsun ki evet. Ancak yorgunluğumu ifade edecek ne bir duygu kaldı elimde ne de bir gözyaşı.
O evden taşındık taşınalı tüm anılar silindi zihnimde. Ne basma entarisiyle ortalık yerde dolaşan Zeliş ne de güzeller güzeli Kadife. Hepsi kaybolup gitti sanki. Yerlerine Cavidanlar, Kayralar ve daha niceleri geldi. Hepsinin yüzünde tonlarca kalıp boya maskeleri. Artık gerçek yüzlerini boyalı yüzlerinden ayırt etmeye güç yetişemiyorum. Buralarda uyanmak için araba kornaları, ambulans sesleri ve polis sirenleri yetiyor. Modern şehirde her gün ayrı bir rezalet bir güzellikle kapatılmaya çalışılıyor. Mesela çocuklar ölüyor, hayvanlar katlediliyor, kadınlar tacize uğruyor, insanlar binlerce liralık tatil beldelerinde yanarak can veriyor. Herkes birbirine bu ahlaksız eylemlerden ötürü suç bağışlıyor. Ancak hiç kimsenin suçu yok. Suç hep binalarda, şehirde ve cansız varlıklarda aranıyor. Ne komik, daha bir ay önce insanlar büyük bir mutlulukla yeni yılın gelmesi için bin bir hazırlığa girişmişlerdi. Oysa şimdi ise onlarca insanın yası tutuluyor.
Uzaklara tren vagonları seyrediyorum, demiştim ya. Şimdi bir ağaçlık görünce kaptana durmasını söyledim. Annem orada beni bekliyordu. Evet, kara kuzusunu bekliyordu. Garip anam, sonunda oğlunu görebilmişti. Kaptan durmuyordu inadına. En son tren kapısını sonuna kadar açmayı denedim, zorladım. Geliyorum, anne, geliyorum.
İşte o ağaca vardım, başına kelebekler toplanmıştı. Sanki ayin yapıyorlardı. Canım annem ne severdi kelebekleri. Çocukken tırtılların kelebek olmasını beraber beklerdik de babamdan yediğimiz dayakla kendimize gelir, salardık hepsini. İlahi adalet işte, şimdi de annemin etrafında öbek öbek toplanmışlar, akıllarınca koruma altına almışlar. Ne de güleç yüzü, hiçbir şey kaybetmemiş canımın içi. Yanına gittikçe iyice solgunlaştım ve işte sonunda sımsıkı anacığıma sarıldım. Anacığım, kelebekleri göstererek bana şöyle dedi:
“Yavrum, kelebeklerin uğultusundan senin ağlayamadığını işittim. Kelebeklerin uğultusundan…”